1000000027044
381330
https://www.marufkitap.com/ahlak-hukuk-iliskisi
Ahlak Hukuk İlişkisi
13.60
Dr. İsmail KILLIOĞLU nun "Ahlâk ve Hukuk İlişkisi" adlı doktora tezi insan yaşamını hemen hemen boydan boya ve her yönü ile kapsamına alan çok önemli bir konuya ilişkin bulunmaktadır. "Ahlaken iyi" dediğimiz aynı kaynak-değerden çıkmakla birlikte ahlâk olarak biri iç, hukuk olarak diğeri ise dış davranışlarımızı düzenleyen bu iki değer sistemi böylece insanı tümü ile ele almakla varlığı ve gelişmesi bakımından onu her şeyden çok ve yakından ilgilendirmektedir.
Ahlâki değerler başta olmak üzere tüm değerler (etik, estetik, hakikat değeri ve dinsel değerler) insana sadece bir takım yasaklar koyarak değil, daha çok ve özellikle olumlu hedefler göstererek davranış ve eylem olanağı verir. Canlılık ve enerji dolu bir varlık olmakla eyleme zorlanan ve ne yapmayacağını bilmekten çok ne yapması gerektiğini bilmek isteyen insan da bu yolla bir yandan özgürce davranarak mutluluğunu bulur, diğer yandan da değere uygun bir şeyi (değerli bir şeyi) gerçekleştirmekle yaşamına anlam kazandırır; çünkü yaşamda "ne yapmalıyım?" sorusuna, ancak "değerli olanı yap!" buyruğu kesin ve yerinde bir cevap oluşturur.
Aslında her değerde bizi bağlayan, belli biçimlerde davranışta bulunmaya zorlayan bir güç bulunur; her değer insanın karşısına "beni gerçekleştir!" buyruğu ile çıkar, onlar bir "olması gereken" düşüncesini içerir; üstelik ahlâki değerler kesin (kategorik), hiç bir koşula bağlı olmayan, özür dilemeyen bir buyruktur. Ne var ki, değerlerin bu zorlayıcılığı doğal bir zorunluluk değil, tinsel (manevî) bir zorunluluğu deyimler, insan özgür iradesi ile onlara uymak, yaşamında onları gerçekleştirmek durumundadır; değerlerdeki "olması gereken" erişmekle doğanın ("olan"ın) nedensellik bağıntısından, bedensel ve ruhsal belirlemelerinin (içgüdü ve dürtülerinin) etkisinden kurtulup kendini bulur, sadece doğal bir varlık olmaktan çıkıp kişiliğine kavuşur, insanın kişilik sahibi olabilmesi, ancak değerlerle olanaklıdır; değerlerin istemine sırt çevirdiğinde doğal güdüleriyle davranan, böylece keyfince giden, bir hayvandan öte varlık gösteremez. Değerlere uymanın özgürlük ve kişilik kazandırması, onların bizde, içimizde, duygusal yanımızda, geniş anlamda vicdanımızda kök salmış bulunmasıdır. Onların buyruğunu yerine getiren kendi tinsel yanına, asıl "ben"ine uymuş, böylece gerçek anlamda özgürlüğünü yaşamış olmaktadır.
Değerlerin, davranışlarımızı doğal güçlerin etkisinden kurtarmakla bize sağladığı bu özgürlük, yine onların somut bir içerikten yoksun bulunmaları nedeni ile de bir başka boyut kazanır: Değerlerin gösterdiği yönde ne yapacağımıza biz karar veririz; onların bize gösterdiği herhangi somut bir hedef yoktur. Söz gelimi "yalan söyleme!" biçimindeki ahlâki buyruğun gereğini her bir birey, içinde bulunduğu koşullara ve ilişkinin niteliğine göre değişik olarak yerine getirecektir; nitekim katile yada hırsıza kendini, dostunu yada malını belirtip göstermeyi hiç kimse dürüstlük diye algılamayacaktır. Bunun gibi "insan sevgisi" değerini de herkes kendi duyumsayış biçimine ve ilişkilerin özelliğine göre sonsuz denecek kapsamda değişik olarak gerçekleştirecektir.
Tüm insanların vicdanlarında bulunan ve toplumdan topluma, bireyden bireye değişmeyen bu değerler, soyut ve genel olmakla ancak somut yaşam durumlarında içerik ve anlam kazanacağı için aynı zamanda bireylerin davranış ve yapıtlarının özgün olabilmesinin biricik nedeni olmaktadır. "Her yiğidin bir yoğurt yeyişi vardır" özdeyişinde açığa çıkan insanın yaratıcı ve özgün kişiliği, değerlerin bu içerikten yoksun oluşundan kaynaklanmaktadır. Böylece gerek bireyin, gerekse bir toplum ve ulusun kültürünün kendine özgü ve özgün oluşunu sağlayan, insanlığın ortak vicdanı olmakla birlikte, aynı bir değerin gerçekleştirilirken çok değişik değer yargılarının oluşmasına elverişli bulunmasıdır. Bu nedenle önceden, genel değerlerin değil de, ayrıntılı yargılardan oluşmuş değer sistemlerinin kesin olarak benimsenmesi ya da benimsettirilmesi bir yandan bireyin kişilik kazanmasına, yaratıcı kişiliklerin ortaya çıkmasına engel olur, diğer yandan da belli bir çevre ve toplumun duygu ve düşünce biçimini (zihniyetini) yaratıcı kişiliklerin yapıtlarında yansıtabilmesi, kültürünün özgün varlığını, donmuş kalıplar içinde yitirmeden sürdürüp dünyaya kabul ettirebilmesi fırsatını kaçırmasına neden olur; bunun sonucu olarak meydana getirilen her yapıt ve iş, yinelenme ve taklit niteliği taşımaktan kurtulamaz.
Değerlerin içerikten yoksun oluşunun bir başka sonucu da, insanın yaşamını yaşantı ile doldurmak zorunda bulunuşudur. Değerler insandan gerçekleştirilmeyi beklediğine göre, bizler pek çok ve değişik ilişkiler içine girmek durumundayız. Dört duvar arasında yaşamakla hiç bir değerin buyruğunu yerine getirmiş, onlara içerik kazandırmış olmayız; özellikle ahlâki kişiliğimizin belirginleştiğini, onu kazandığımızı söyleyemeyiz. Teknik ve ekonomik ilerleme ile tinsel (manevî) alanda ortaya çıkan bunalım, onun mantıkî sonucu değildir. Teknik ve uygarlığın gelişmesi ile ahlâki gerilik arasında asla mantıkî bir neden-sonuç bağıntısı yoktur. Dünyamızda görülen tinsel bunalım, iç dünyamızda zaten mevcut olan değer yoksunluk ve yoksulluğumuzun görünür hale gelmesidir, iç zavallılığımızın kendini ortaya koyma fırsatını bulmasıdır. Yoksa aslında teknik ve uygarlık, tinsel çöküntüye neden olmak şöyle dursun, tam tersine daha çok ve daha değişik ilişki biçimleri yaratmak ve bizi bu ilişkilere sokmakla zengin değer yargılarına varmamızı, kişiliğimizi geliştirmemizi sağlayacak niteliktedir; yeter ki bunun bilincine varıp gerekli önlemleri alalım.
Şimdi bütün bu açıklamaların ışığında anlaşılıyor ki, bireyin, toplumun ve tüm insanlığın varlığı ve gelişmesi değerlere (özellikle ahlâki değerlere), onların gerçekleşmesine bağlıdır. Ahlâkın hukukla ilişkisi, hukukun adalet dolayısıyla temelde ortak bir değere sahip bulunduğu ahlâk karşısında tavrının ne olacağı sorunu da işte burada ortaya çıkmaktadır. Değerlerin içerikten yoksun bulunuşu ve aynı zamanda insanın bir eşya (bir nesne) olarak değil de, bir kişi (bir özne) olarak ele alınmasının ve hiç bir amaca sırf araç durumuna getirilmemesinin de ahlâki bir buyruk olduğu göz önünde bulundurulursa, hukukun insan kişiliğinin gelişmesine, onun kendi amaçlarını gerçekleştirmesine engel olmamasının zorunluluğu ve bu nedenle de hukukun sadece adalet değeri ile (düzenle) yetinmesinin, bireysel vicdanlara karışmamasının, yaratıcı bireyin hiç bir yandan baskıya uğramamasını sağlayacak önlemleri içermesinin gereği açıkça anlaşılmaktadır.
Dr. İsmail KILLIOĞLU nun tezinde de bu konular bilimsel bir yöntemle, bu yüzden de konunun çok yanlılığı gereği ayrıntılı olarak ele alınmış ve aynı sonuçlara varılacak bir biçimde işlenmiştir. Bu nedenle yapıtın gerek konu, kapsam ve sonuçları bakımından, gerekse işlenişindeki bilimsel yöntem bakımından okunmaya değer, çalışma alanımıza ve kültürümüze gerçek bir katkı niteliği taşıdığını vurgulamak gerekir.
Dr. İsmail KILLIOĞLU nun "Ahlâk ve Hukuk İlişkisi" adlı doktora tezi insan yaşamını hemen hemen boydan boya ve her yönü ile kapsamına alan çok önemli bir konuya ilişkin bulunmaktadır. "Ahlaken iyi" dediğimiz aynı kaynak-değerden çıkmakla birlikte ahlâk olarak biri iç, hukuk olarak diğeri ise dış davranışlarımızı düzenleyen bu iki değer sistemi böylece insanı tümü ile ele almakla varlığı ve gelişmesi bakımından onu her şeyden çok ve yakından ilgilendirmektedir.
Ahlâki değerler başta olmak üzere tüm değerler (etik, estetik, hakikat değeri ve dinsel değerler) insana sadece bir takım yasaklar koyarak değil, daha çok ve özellikle olumlu hedefler göstererek davranış ve eylem olanağı verir. Canlılık ve enerji dolu bir varlık olmakla eyleme zorlanan ve ne yapmayacağını bilmekten çok ne yapması gerektiğini bilmek isteyen insan da bu yolla bir yandan özgürce davranarak mutluluğunu bulur, diğer yandan da değere uygun bir şeyi (değerli bir şeyi) gerçekleştirmekle yaşamına anlam kazandırır; çünkü yaşamda "ne yapmalıyım?" sorusuna, ancak "değerli olanı yap!" buyruğu kesin ve yerinde bir cevap oluşturur.
Aslında her değerde bizi bağlayan, belli biçimlerde davranışta bulunmaya zorlayan bir güç bulunur; her değer insanın karşısına "beni gerçekleştir!" buyruğu ile çıkar, onlar bir "olması gereken" düşüncesini içerir; üstelik ahlâki değerler kesin (kategorik), hiç bir koşula bağlı olmayan, özür dilemeyen bir buyruktur. Ne var ki, değerlerin bu zorlayıcılığı doğal bir zorunluluk değil, tinsel (manevî) bir zorunluluğu deyimler, insan özgür iradesi ile onlara uymak, yaşamında onları gerçekleştirmek durumundadır; değerlerdeki "olması gereken" erişmekle doğanın ("olan"ın) nedensellik bağıntısından, bedensel ve ruhsal belirlemelerinin (içgüdü ve dürtülerinin) etkisinden kurtulup kendini bulur, sadece doğal bir varlık olmaktan çıkıp kişiliğine kavuşur, insanın kişilik sahibi olabilmesi, ancak değerlerle olanaklıdır; değerlerin istemine sırt çevirdiğinde doğal güdüleriyle davranan, böylece keyfince giden, bir hayvandan öte varlık gösteremez. Değerlere uymanın özgürlük ve kişilik kazandırması, onların bizde, içimizde, duygusal yanımızda, geniş anlamda vicdanımızda kök salmış bulunmasıdır. Onların buyruğunu yerine getiren kendi tinsel yanına, asıl "ben"ine uymuş, böylece gerçek anlamda özgürlüğünü yaşamış olmaktadır.
Değerlerin, davranışlarımızı doğal güçlerin etkisinden kurtarmakla bize sağladığı bu özgürlük, yine onların somut bir içerikten yoksun bulunmaları nedeni ile de bir başka boyut kazanır: Değerlerin gösterdiği yönde ne yapacağımıza biz karar veririz; onların bize gösterdiği herhangi somut bir hedef yoktur. Söz gelimi "yalan söyleme!" biçimindeki ahlâki buyruğun gereğini her bir birey, içinde bulunduğu koşullara ve ilişkinin niteliğine göre değişik olarak yerine getirecektir; nitekim katile yada hırsıza kendini, dostunu yada malını belirtip göstermeyi hiç kimse dürüstlük diye algılamayacaktır. Bunun gibi "insan sevgisi" değerini de herkes kendi duyumsayış biçimine ve ilişkilerin özelliğine göre sonsuz denecek kapsamda değişik olarak gerçekleştirecektir.
Tüm insanların vicdanlarında bulunan ve toplumdan topluma, bireyden bireye değişmeyen bu değerler, soyut ve genel olmakla ancak somut yaşam durumlarında içerik ve anlam kazanacağı için aynı zamanda bireylerin davranış ve yapıtlarının özgün olabilmesinin biricik nedeni olmaktadır. "Her yiğidin bir yoğurt yeyişi vardır" özdeyişinde açığa çıkan insanın yaratıcı ve özgün kişiliği, değerlerin bu içerikten yoksun oluşundan kaynaklanmaktadır. Böylece gerek bireyin, gerekse bir toplum ve ulusun kültürünün kendine özgü ve özgün oluşunu sağlayan, insanlığın ortak vicdanı olmakla birlikte, aynı bir değerin gerçekleştirilirken çok değişik değer yargılarının oluşmasına elverişli bulunmasıdır. Bu nedenle önceden, genel değerlerin değil de, ayrıntılı yargılardan oluşmuş değer sistemlerinin kesin olarak benimsenmesi ya da benimsettirilmesi bir yandan bireyin kişilik kazanmasına, yaratıcı kişiliklerin ortaya çıkmasına engel olur, diğer yandan da belli bir çevre ve toplumun duygu ve düşünce biçimini (zihniyetini) yaratıcı kişiliklerin yapıtlarında yansıtabilmesi, kültürünün özgün varlığını, donmuş kalıplar içinde yitirmeden sürdürüp dünyaya kabul ettirebilmesi fırsatını kaçırmasına neden olur; bunun sonucu olarak meydana getirilen her yapıt ve iş, yinelenme ve taklit niteliği taşımaktan kurtulamaz.
Değerlerin içerikten yoksun oluşunun bir başka sonucu da, insanın yaşamını yaşantı ile doldurmak zorunda bulunuşudur. Değerler insandan gerçekleştirilmeyi beklediğine göre, bizler pek çok ve değişik ilişkiler içine girmek durumundayız. Dört duvar arasında yaşamakla hiç bir değerin buyruğunu yerine getirmiş, onlara içerik kazandırmış olmayız; özellikle ahlâki kişiliğimizin belirginleştiğini, onu kazandığımızı söyleyemeyiz. Teknik ve ekonomik ilerleme ile tinsel (manevî) alanda ortaya çıkan bunalım, onun mantıkî sonucu değildir. Teknik ve uygarlığın gelişmesi ile ahlâki gerilik arasında asla mantıkî bir neden-sonuç bağıntısı yoktur. Dünyamızda görülen tinsel bunalım, iç dünyamızda zaten mevcut olan değer yoksunluk ve yoksulluğumuzun görünür hale gelmesidir, iç zavallılığımızın kendini ortaya koyma fırsatını bulmasıdır. Yoksa aslında teknik ve uygarlık, tinsel çöküntüye neden olmak şöyle dursun, tam tersine daha çok ve daha değişik ilişki biçimleri yaratmak ve bizi bu ilişkilere sokmakla zengin değer yargılarına varmamızı, kişiliğimizi geliştirmemizi sağlayacak niteliktedir; yeter ki bunun bilincine varıp gerekli önlemleri alalım.
Şimdi bütün bu açıklamaların ışığında anlaşılıyor ki, bireyin, toplumun ve tüm insanlığın varlığı ve gelişmesi değerlere (özellikle ahlâki değerlere), onların gerçekleşmesine bağlıdır. Ahlâkın hukukla ilişkisi, hukukun adalet dolayısıyla temelde ortak bir değere sahip bulunduğu ahlâk karşısında tavrının ne olacağı sorunu da işte burada ortaya çıkmaktadır. Değerlerin içerikten yoksun bulunuşu ve aynı zamanda insanın bir eşya (bir nesne) olarak değil de, bir kişi (bir özne) olarak ele alınmasının ve hiç bir amaca sırf araç durumuna getirilmemesinin de ahlâki bir buyruk olduğu göz önünde bulundurulursa, hukukun insan kişiliğinin gelişmesine, onun kendi amaçlarını gerçekleştirmesine engel olmamasının zorunluluğu ve bu nedenle de hukukun sadece adalet değeri ile (düzenle) yetinmesinin, bireysel vicdanlara karışmamasının, yaratıcı bireyin hiç bir yandan baskıya uğramamasını sağlayacak önlemleri içermesinin gereği açıkça anlaşılmaktadır.
Dr. İsmail KILLIOĞLU nun tezinde de bu konular bilimsel bir yöntemle, bu yüzden de konunun çok yanlılığı gereği ayrıntılı olarak ele alınmış ve aynı sonuçlara varılacak bir biçimde işlenmiştir. Bu nedenle yapıtın gerek konu, kapsam ve sonuçları bakımından, gerekse işlenişindeki bilimsel yöntem bakımından okunmaya değer, çalışma alanımıza ve kültürümüze gerçek bir katkı niteliği taşıdığını vurgulamak gerekir.
Yorum yaz
Bu kitabı henüz kimse eleştirmemiş.